Umutsuzluk 101

Umutsuzluk 101

    Artık başladığı günü unuttuğum bir umutsuzluk sürecinin uzun soluklu misafiriyim. Misafiri demek istiyorum çünkü bunca umut vaat eden hayalin içinde, o dipsiz kuyuda kalıcı olmak istemiyorum. Hayalperestler için umut hep oralarda bir yerdeyken, gerçekler çok da iç açıcı değil. İnsan olmanın, ebeveyn olmanın, bir inanca mensup olmanın, Türk olmanın ve tüm sıfatların eksileriyle yüzleştiğim bir dönemdeyim. Elbette kimliğimden istifa edecek değilim ama her şeyin bu kadar zor olması ve bu zorluklarla herkesin yalnız mücadele etmeye zorlanıyor olması, beni yaşadığım çağ ile burun buruna getiriyor.

   Aylardır, Müslümanlar dünyanın gözü önünde katlediliyor. Demek ki milyarlarca Müslüman varlığının artık hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamış. Dayanışma, boykot ya da eylemlerin, diplomatik yaptırımlara hiçbir etkisi yok. Boşa kürek ve kendi kendine oyalanma. İnsanlar ikiye ayrılıyor: “Mücadeleyi mikro ve makro diye ayırmadan doğru bildiğini yapanlar ve hiçbir şeye gücü yetmeyeceğine inandırılanlar”

Türkler, son yüzyılın en büyük ızdırabıyla baş başa bırakılmış durumda. Kendi vatanında ikinci sınıf vatandaş ve adalet karşısında iki eli bağlı “ebedi mahkûm” konumunda. Güney Azerbaycanlı Ramin Seidi suç isnadı bile olmaksızın aylardır tutukluyken milyonlarca Bacha Bazi geleneği mensubu sokaklarda başıboş gezmekte. Türk toplumu vergiden belini doğrultamazken, sığınmacılar mal varlığında büyümeye gitmekte. Toplum ikiye bölünüyor: “Ensar Muhacir kavramına sarılanlar ve öz vatanında parya olduklarını haykıranlar”

   Hükümet, gündemdeki başıboş insan yığınını örtmek için başıboş sokak köpeği sorununu, son derece vahşi bir şekilde çözmeye çalışıyor. Toplum her meselede olduğu gibi, bu canlılar hakkında da ikiye bölünüyor.” Yasayı haklı bulanlar, çünkü insanın vücut bütünlüğünü önemseyenler ve yasanın geri çekilmesini isteyenler, çünkü hayvanların da yaşam haklarını gözetenler”

    Gençler derin bir umutsuzluk içinde, senelerce yolunda ömür çürüttükleri tıp, hukuk, mühendislik, akademisyenlik gibi alanların, kendilerini açlık sınırına bile götürmediğinin farkında ve üzgünler. Gayrimeşru ve gayriahlaki yolların farkında olup, yine de dümdüz iyi insan olmak isteyenler için bir iç savaş dönemindeyiz. Toplum ikiye bölünüyor: “Beyin göçü yapanlar çünkü bir kez bu hayata gelip güzel yaşamak isteyenler ve ülkede kalıp, vatanını sevmenin ızdırabıyla hayatta kalmaya çalışanlar.”

   Üzerinde oynana her kavram bizi ikiye bölüyor, inançlar, fikirler, bir görüntü, birkaç saniyelik video kaydı ya da bir hikâye. Bunların gerçek olup olmadığı bile önemli değil.  Her şey, bizi ortadan ikiye bölüyor. Ve bölündükçe dağılıyoruz.

Bölünmemek mümkün mü? Bir tam toplum olmak ya da? Belki hala bir orta yol bulunabilir. İnsanca yaşam için, ahlakın herkese ve her yerde geçerliliğini gözeterek, adaletin karşısında yekûn bir eşitlikle, her kanun herkes için eşit geçerliliğe sahip olduğunda, belki bir orta yol bulunabilir.

   Bilime değer verildiğinde, inançların insan ruhundaki değeri kanıtlanabilir. İnançlara değer verildiğinde, insanlar bilmek için daha fazla imkân kuvvetini kendinde bulabilir. İnsanlara insanca yaşamak hürriyeti verildiğinde, insanlık bizde kalabilir.

  Mecliste liyakat, sofrada eşit pay edilmiş bir rızıkla, toplum umudunu arka bahçesine gömmekten vazgeçebilir. Güzelliğin görüntüden ibaret görülmediği, mülakatlara adamcılığın el süremediği, insanların konuşmak için sıra bekleyerek değil, birbirini gerçekten dinlediği bir toplumda, orta yol bulunabilir.

   Birileri inançta, birileri ırk hususunda, birileri cinsiyet rolleri konusunda ısrarlı bir fikir beyan etme yarışında. Sınav öyle büyük ki her gün herkesten bir kez Allah’ı dinliyor, her gün herkesten nasıl olmamız konusunda öğütler alıyoruz. Herkes bir yeni “uç” bulmak yarışında. Herkes bir post serip kendi ahfadının şeyhi olmak arzusunda. Devamlı liderlik, devamlı hocalık ve devamlı en çok konuşulan olmak yarışını seyrediyoruz. Sürekli birileri adına utanıyoruz. Utanıyoruz çünkü utanmazlık bizde bir ün vesilesi olmuş durumda.

    Belki eşcinsellik meselesi, belki sokak köpekleri, belki doğu-batı rolleri üzerindeki milliyet kavgaları herkesi memnun edecek derecede çözülemeyecek. Belki kaşınan meseleler, ülkemizin bazı topraklarını çoraklaştırmaya devam edecek. Belki dünyanın bir yerinde her zaman o eli kanlı zalimler bebek öldürmeye devam edecek. Peki biz ne yapacağız? Görmezden gelemeyiz, mümkün değil. Göre göre yaşamaksa ondan da zor.

Öyleyse başta Tanrım olmak üzere tüm akıl verenlerime sormak istiyorum: “Biz nasıl yaşayacağız?”

Çocuklarımızı, bir gün bir psikopat sokak ortasında canı istediği şekilde öldürsün diye mi büyütüyoruz? Birileri onların değerleriyle dalga geçsin diye mi onlara ahlaki değerleri vermek çabasındayız? Bir gün gelip yerlerine bir başkasının yakını alınsın diye mi onları toplumun öğretmeni, sosyoloğu, mimarı olsun diye teşvik ediyoruz? Kızımızı iftira atılsın, oğlumuzu çeteler dövdürsün diye mi öpüp koklayıp sokağa çıkarıyoruz?

Bazı meseleler çözülmeyebilir. Öyleyse bazıları da çözülebilir demektir bu. Hangi mahallede ve hangi koşulda büyürse büyüsün, yaşı kaç olursa olsun insan, kendisine: “neyi iyileştirebilirim?” diye sormalıdır. Neyi değiştirebilirim? Neyi keşfedebilirim? Neyi daha ileri taşıyabilirim?

Kısaca: “Nasıl ve neyi iyileştirebilirim?”

İhtiyacımız olan tek şey, saf iyiliktir. Öylesine, amaçsız, olduğu gibi, kendiliğinden gelen iyilik. Bu, başkasının başkasına vereceği bir örneklemeyle değil, tamamen insanın öz vicdanıyla girişeceği bir hasbıhalle mümkündür.

Elbette hiçbir insan baştan ayağa saf değildir. Ama bir eylem saf kötü ya da saf iyi olabilir. Biz, gerçekleştiremeyeceğimiz şeyler için hayıflanmayı kesemesek de gerçekleştirebileceğimiz bazı devinimlerin peşinden gitmeliyiz.

Önümüze, birbirimizi parçalamamız için konan tartışma konularını rafa kaldırıp, gerçek kavgaların tarafı olmalıyız. Bir kavgayı gerçek kılan nedir? Taraflarını bölmekle değil, birleştirmekle çözüm sunan kavga.

Ayrılan bir anne baba düşünün. Çocukları için ömür boyu görüşmek zorundadırlar. Birbirlerini sevip sevmedikleri ya da geçmişteki tartışmaları artık önemsizdir. Ortada bir çocuk vardır ve tek gerçek mesele onun iyi bir insan olarak topluma katılması meselesidir. Öyleyse anne ve baba olarak, başka sıfatları karıştırmaksızın ebeveynlik bağıyla birleşmek gerekir. Bazen ortak bir payda, diğer tüm meseleleri kenara çekip, sadece o konuda birleşmeye ihtiyaç duyar.

Vatandaşlık bağı da ülkesinde hangi sorunu yaşarsa yaşasın, insanların birbirine duyması mecbur olan bir saygı bağıdır. Yasanın, yürütmenin ve yargının da bu bağa karşı yükümlülükleri vardır. Adalet karşısında güçlü, güçsüz değil, müşteki ve sanık, zarar gören ve zarar veren gibi sınıflandırmalar yapılabilir.

Nasıl ki hastanede doktor-hasta, insan yetiştirmede bakım veren-bakım gören, evlilikle karı ve kocalık, askeriyede emir-komuta varsa, her alanda insanın sıfatlandırılması, alanın kendi iç dinamiklerine özeldir. Bu bakımdan insani değerlerimizi kaybetmeksizin, sıfatlarımıza özen göstermemiz ve onun sınırlarına riayet etmemiz gerekiyor.

Özgürlük, sınırları düzgün çizilmiş bir hareket sahasıysa sağlıklıdır. Sınırsızlık, belirsizlik, kimliksizlik gibi durumlar, asla hürriyetin kendisi değildir.

Uzun süredir zihinlerimiz üzerinde oyunlar oynanıyor. Engellenmesi mümkün de görünmüyor. Kimse iddia ettiği gibi büyük resmi göremiyor ya da oyunu çözemiyor. Çünkü kimse tam anlamıyla her güce malik değil. Öyleyse çözüm, askeriyedeki düzen gibi, yeteneklere göre dağılımla mümkün görünüyor. Bir haritacının olmadığı hiçbir ekip, yönünü bulamaz. Bir okçunun/keskin nişancının olmadığı ekip, yakın dağılımla dövüşmek zorunda kalır ve emniyeti eksik kalır, öyleyse her ekibin her kareye bir özel satranç taşı yerleştirmesi gerekir.

Yaşamak öyle büyük bir strateji gerektirmiyor gibi gelse de herkes her an tetikte ve teyakkuz halinde olmalıdır. Bir bakarsınız, elinizde yaşamaya dair sadece nefes almak kalmış. Musluklarınızdan klor, mahkemelerinizden adaletsizlik akıyor. Çocuklarınız öldürülüyor, sebebi hayvanlar ya da torbacılar olarak gösteriliyor. Oysa insan hayatını değersizleştiren, bu sistemin kendisidir.

İnsanı basiretsizleştiren, onu artık işe yaramaz ve sadece tüketen bir varlık haline getirmektir.

Şimdi fil dişi kulemizden çıkıp, kimimiz yüksek sesle haykırarak kimimiz güçlü bir kamuflajla sessizce o hedefe varmaya çalışmalıyız:

“İyilik hedefi”

Biliyorum, çok karmaşık anlattım. Meseleler zihnimde işte böyle dağınık haldeler. Hepsini sırasız bir şekilde devamlı düşünüyor ve tıkanıyorum. Bir umut ışığı arıyorum, bulamıyorum.

O ışığı yakmam lazım. Yakmamız lazım. Yoksa sonumuz, karanlık olacak.

Yine de dedemin şu sözü beni avutuyor:

“Daha sonunu görmedik!”

Ziyaretçi Yorumları (1)
  1. Erdoğan dedi ki:

    Harika bir yazı. Tebrikler.
    Umutsuzluk içerisinde hala umudun olması yaşamı anlamlı kılıyor. Başarı umut ışığını yapabilmek.
    Nefsini üstün tutup satrancı stratejik seviyede kurgulamak ve belirsizlikleri belirgin hale getirerek ortamı sekillendirebilmek, liderin umut kaynağı olma yeteneğidir.
    Konu ve örneklemeler çok güzel.
    Yeni yazınızı merakla bekliyorum.